14 Mart 2012 Çarşamba

İnönü Stadyumu-Barbaros Bulvarı arası bir saat (1)


Ne oluyorsa şu İnönü Stadyumu ile Barbaros Bulvarı arasındaki trafikte oluyor. Servisteyiz her akşamki gibi… 18.05’te kalkan servis, ortalama yarım saat 45’dakikada Taksim’de olmasına rağmen bizim eve gitmemiz genellikle (Ben mesela Beşiktaş-Yıldız’da oturuyorum) saat 19.30-20.00’yi buluyor.
Şoför arkadaş, ben ve birkaç kişi servisin müdavimleriyiz. Diğerleri arada bir görünüp kaybolan yüzler. Tabi ne oluyorsa bu bir saat diliminde oluyor.
Bazen türkü dinliyoruz, bazen Türk Sanat Müziği, bazen yanımız yöremizdeki insanları dinliyoruz, bazen sessizce kendimizi.
Kimi zaman önümüzde bir yığın farları yanan araçları seyrediyoruz, kimi zaman onların camlarını temizleyenleri. An geliyor boş boş bakıyoruz çevremize, bazen de bırakıyoruz kendimizi geçmişimize.
Çok canımız sıkılırsa da trafikten başlıyoruz söz bizi nereye alıp götürürse konuşmaya. Malum trafik sıkışık ve biz koca otobüsün içinde arkada uyuyan ya da bezgin bekleyen bir iki kişinin haricinde Özgür, şoför ve ben olmak üzere üç kişi olarak öndeyiz, beklemede. Aport’ta biraz da, yeşil yanar yanmaz kaç metre yol aldığımızın analizini yapmak üzere…
Aklımda kalan aynı tıkalı trafikte o bir saatlik zaman dilimindeki hallerimizden biri…
Konu: Kurban Bayramı
(Tam hatırlamıyorum ama konuşma önce ‘trafik’le başlamış, sonra ‘metropolün alt ve üstyapı sorunlarıyla birlikte köprüler ve viyadükler’e takılmış,  ardından ‘İstanbul’un her yanı deniz’le devam etmiş ve gelmiş Kurban Bayramı’nda durmuştu. Daha Hyatt Oteli’ni yeni geçmişiz. Yol uzun, yürek yorgun… )
Ben: Ya şu Kurban Bayramları’nda havadan bir resim çekiyorlar ya, İstanbul’un tüm kıyıları kızıla boyanmış oluyor. Bizi dışarıdan görenler “Ne vahşiler!” diyorlardır.
Şoför: Eee, insanlara öyle gelir, ne bilsinler Kurban Bayramı’nı.
Özgür: Nasıl yani, deniz kan mı oluyor?
Şoför: Ne yani hiç görmedin mi, o manzarayı? E haliyle her yerde bir anda kesiliyor ve kanalizasyonlara atılıyor bu kanlar.
Ben: Halbuki o kanları toplasalar boya sanayinde, gübre ve yem sanayinde kullanılabilir.
Şoför: Sen dua et, şimdi toplu olarak hijyen ortamlarda kesiliyorlar da, derisi gerisi hasar görmeden toplanıyor…
Ben: Evet, neydi o bir zamanlar sokak kenarlarında, kaldırım köşelerinde bile kesiliyordu.
Özgür: Yaa evet, çoluk çocuğun gözü önünde.
(Başlarız çocukluğumuzun Kurban Bayramlarını anlatmaya…)
Ben: Sen ne diyorsun, benim çocukluğumda hem de kurbanlar birkaç gün önceden alınırdı. Bahçedeki ağaçlardan birine bağlanır sesleri nasıl çıkıyor bakılırdı. Yok 3 numaranın koçu daha güzel “meee”liyor, 5 numaranın kurbanı bizimkisine tos vurdu, yok 2. kattakinin kuyruğu daha yağlı, yok benimkinin boyu uzun.
Özgür: Sahi mi ya, çok komik.
Ben: Dahası var… Daha kurban kesilmeden mangal kayılmaya başlanırdı. Ne o, dalak, yürek, böbrek, ciğer ne varsa yiyeceğiz. Daha hayvan canlı. Biz kömürü yelliyoruz. Birazdan hayvandan çıkan takım taklavatı yemek için bahçede barbekü düzeni hazır.
Özgür: Deme ya…
Ben: Üstelik hayvana isim takıp ‘arkadaşım arkadaşım’ diye son birkaç gün boynuna ipini bağlamış ev köpeği gibi gezdirmişim.
Şoför: Öyle bizim de bir hayvanımız vardı. Babam onu hiç satmazdı. Adı Gürbüz’dü.
Ben: Nasıl yani, niye satsın ki hayvanı kesmek için almamış mı ki?
Şoför: Yok… Babam beslerdi bu hayvanları, Kurban Bayramı’nda da satardı. Bir Gürbüz’ü satmamış tutmuştu. Çok büyük hayvandı çok. Dediğin gibi ev hayvanı olmuştu bizim. Sonra sattı ama…
Ben: E niye sattı ki?
Şoför: Yine böyle bir bayram babam tüm hayvanları satmıştı. Gürbüz’le yolda yürüyorduk. Adamın biri arabayla durdu. (Yanımızda duran bordo station wagon arabayı gösterdi.) İşte adamın şöyle bir steyşın arabası vardı. Babama “kaça verirsin bu koçu” dedi. Koç taaa babamın boyunda. Babam almayacağını düşünerek bir inek fiyatını söyledi. Adam tek kelimeyle “tamam” dedi ve babamın eline tıkır tıkır saydı parayı. Sonra babama “Nasıl götüreceğim bu hayvanı?” dedi. Babam beni göstererek “Çocuğa bahşiş verirsen seninle birlikte gelir ve gideceğin yere kadar bırakır.” dedi. Dedim ya hayvan köpek gibiydi, bizi takip ederdi. Adam “tamam” dedi. Attık arabaya götürdük gideceği yere. O boyuyla posuyla kimse zaptedemezdi Gürbüz’ü ama ben ne söylesem yapardı. “Gel Gürbüz dedim” peşim sıra geldi. Adamın istediği yere kadar götürdüm. Bir kat da merdiven çıkardık hayvana. Sonra da döndüm eve.
Özgür: İsme bak be Gürbüz…
Ben: Herhalde bu kadar büyüyeceğini bildiği için baban Gürbüz demiş.
Şoför: Zaten ya “Gürbüz” olurdu isimleri ya da “Yaşar”. İri doğanlara Gürbüz derdik, zayıf doğanların da yaşasınlar diye babam “Yaşar” koyardı adlarını.
Ben: Ne komik ama sürünün yarısını adı Yaşar, yarısını adı Gürbüz. Gürbüz deyince hepsi birden mi gelirdi Gürbüzlerin.
Şoför: Zaten yanından ayrılmazlardı ki babamın. Onu takip ederlerdi. Babam nereye giderse oraya… Babam da iyi bakardı onlara. Geceleri birlikte bile uyuduğumuz olurdu başlarına birşey gelecek endişesiyle…
Ben: Yaşar ha… Yaşarlar mıydı bari?
Özgür: Yaşayan da Yaşar’dı, yaşamayan da Yaşar’dı herhalde…
Şoför: Yok. Genelde yaşarlardı.
Bu esnada trafik biraz ilerlemiş oluyor ve kendimizi kırmızı ışıktan atıp Dolmabahçe’ye bırakıyoruz. Yine havanda su dövmüş, yine gitmiş gitmiş bir arpa yol kat edememiş, yine bedbaht, yine hazin. Bir de Gürbüz için üzülmüş.
(Aslında her gün ayrı bir konu ve olay ama baktım yazı çok uzayacak, diğer konuları yazmaya biraz erteledim. O nedenle yazının başlığını (1) diye verdim. Bu yazının 2’si de var bende, 3’ü de. Eminim 20’si, 30’u da olacak. İstanbul’da bu trafik, bende bu yazma isteği, serviste  İnönü Stadyumu-Barbaros Bulvarı arası bu kadro olduğu sürece… Haydi hayırlısı…)
Bu günün ardından… Ben Funda Çamözü…  Hemen hemen her gün gününün bir saatini İnönü Stadyumu-Barbaros Bulvarı arasında geçiren… bedbaht, kadersiz, garip…

28 Aralık 2010

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder