28 Mart 2012 Çarşamba

Yeni Anne'nin kapağında Mine Çayıroğlu ve oğlu Derin Deniz var


Televizyon dünyasının çocuk yıldızı Mine Çayıroğlu, oğlu Derin Deniz ile beraber Yeni Anne dergisine röportaj verdi. Geçtiğimiz günlerde eşinden ayrıldığını açıklayan sevilen televizyon yıldızı, “Minik gurme” dediği oğluyla ilişkisini, annelik deneyimini, oyunculuk ve müzik aşkını Yeni Anne’ye anlattı.
Annelerin ve anne adaylarının yaşam rehberi Yeni Anne, hamileliği planlama aşamasından çocuk bakımına kadar her konuda zengin bir içerik sunmaya devam ediyor. Nisan sayısında yine dopdolu içeriğiyle okurların karşısına çıkan Yeni Anne, ünlü isimlerin annelik deneyimlerini sayfalarına taşımayı sürdürüyor.
Yeni Anne’nin Nisan sayısında ağırladığı televizyonların sevilen yüzü Mine Çayıroğlu, oğlu Derin Deniz ile birlikte objektiflerin karşısına geçti. Şu anda İffet dizisinde Canan karakterini canlandıran sevilen yıldız, Yeni Anne’ye ekranların önünde büyüme sürecini anlattı, hamilelik ve annelik deneyimleri hakkında bilgi verdi. Hamilelik döneminde 12 kilo alan ve doğumdan sonra dengeli beslenerek ve emzirerek 20 günde bu kiloları verdiğini aktaran Çayıroğlu, denize aşık bir kadın olduğu için oğluna Derin Deniz adını koyduğunu ifade etti. 2 yaşındaki Derin Deniz’in minik bir gurme olduğunu söyleyen sevilen oyuncu, ikinci bir albüm çıkarmaya hazırlandığını da müjdeledi.
Gülben Ergen, Çocuklar Gülsün Diye çalışıyor
Çocukların eğitimi konusunda yoğun bir şekilde çalışan Gülben Ergen, dergiye bir anne duyarlılığıyla başkanlığını yürüttüğü Çocuklar Gülsün Diye Derneği’nin başarılı çalışmalarını anlattı. Yeni Anne’de ayrıca Türkiye’nin önde gelen oyunculuk ajanslarından birinin sahibi olan Tümay Özokur, çocuk eğlence mekanları tasarlayan İtalyan mimar Franco Brazzoni röportajları da bulunuyor. Dergide çocukların zekası ve yeteneğini geliştiren Renzulli Öğrenme Sistemi’ni ICIE Genel Direktörü ve Dünya Üstün Zekalı Çocuklar Konsey Başkanı Prof. Dr. Taisir Subhi Yamin anlatıyor. Derginin röportaj yaptığı bir diğer isim de sevilen blogger ve fotoğrafçı, 3 çocuk annesi Yeşim Mutlu.
Yeni Anne’nin Nisan ayında dosya konusu hafta hafta hamilelik. Dergide hayatın mucizesi hamileliğin her haftasında, anne adayında ve bebekteki değişimler ay be ay ele alınıyor. Dergide ayrıca Aile Hekimleri Dernekleri Federasyonu (AHEF) Yönetim Kurulu Başkanı Dr. Murat Girginer, aile hekimliğinin anne ve bebek sağlığında önemini aktarıyor. Yeni Anne, çocuk sağlığı bölümünde spina bifida hastalığı hakkında anneleri bilgilendiriyor, hamile sağlığı bölümünde ise gebelikte karın ve kasık ağrılarını detaylı bir şekilde anlatıyor. Dergide ayrıca Çocuk Gelişimi ve Eğitimi Uzmanı Nurten Aydın, okul seçimi, okul olgunluğu, okul öncesi eğitim gibi konular hakkında ailelerin merak ettiklerini aktarırken, Av. Gizem Tan da çocuk istismarı, yasal düzenlemeler ve cezalar konusunda detaylı bilgi veriyor.
Yeni Anne bu ay ayrıca çocukların fiziksel, bilişsel ve duygusal gelişimlerine destek olan spor konusunu ele alıyor. Dergide bu konuların yanı sıra çocuk beslenmesinde mevsimine göre meyve sebze tüketiminin önemi ve kadın sağlığı açısından seksin yararları irdeleniyor.
Dergide ayrıca moda, güzellik ve bakım ürünleri, ev dekorasyonu, çocuk modası ve astroloji sayfaları yer alıyor.

25 Mart 2012 Pazar

Keloğlan keleş oğlan, öpüşü beleş oğlan



Çocukken Önder’i ne zaman öpmek istesem, 'Keloğlan keleş oğlan, öpüşü beleş oğlan' der ve yanaklarına yapışırdım. O da bu ritüelden oldukça keyif alırdı. Gelin görün ki artık öptürmek bile istemiyor kendini. Geçen Cumartesi bir sürpriz yapıp onu kurstan alayım ve birlikte bir gezelim dedim.

Başladım kursun önünde beklemeye... Oğlumla buluşup beraber zaman geçirme fikri ile içim içime sığmıyor. Zira çok sık yapamıyoruz böyle şeyleri. Onun okul, kurs, etkinlikler, arkadaş buluşmaları, benim iş, toplantı, röportaj ve evle ilgili tüm işlerim arasından fırsatlarımız oldukça sınırlı...

Arkadaşları ile kapıdan çıkarken gördüğümde “Benim kel oğlum keleş oğlum” dedim içimden. Artık kelliği de kalmadı ya... Saçını uzattıkça uzatıyor. Bir havalar... Beni gördüğünde arkadaşlarının yanında annesinin kursun önünde onu beklemesinden rahatsız olmuş bir edayla “Aa anne, sen mi geldin” dedi. Halbuki ilkokula yeni başladığında ‘beni okuldan sen al’ diye yalvarırdı. İşten fırsat bulup ne zaman onu okuldan almaya gitsem kucağıma atlar ve sevinç çığlıkları atardı. Geçen gün geri gelmiyor.

Arkadaşları ona el sallayıp uzaklaşınca yanağına yaklaştım, “Benim keleş oğlum” dedim ve öptüm. Karşılık olarak benzer sevgi sözcükleri ile kucaklayıp beni öpeceğini sanmıştım. Oysa ki Önder,  tokat yemiş ve şoka uğramış bir ifadeyle “Anne! Bunu sakın bir daha yapma.” dedi. “Neyi?” dedim saf saf. “Sokakta öpmeyi” deyince anladım; artık onu okul önlerinde beklemenin, öyle kucaklaşmaların, canciğer kuzu sarması olmaların vakti geçmiş.

Halbuki çok zaman geçmedi; 'bana bir keloğlan masalı anlat anne' diye etrafımda gezineli... Keloğlan masallarını o kadar çok severdi ki Önder, bildiğim tüm Keloğlan masallarını onlarca kez anlatmıştım ona...

O dinlemekten hiç sıkılmadı, bense bir müddet sonra aynı masalları tekrar tekrar anlatmaktan sıkılır olmuş, çareyi de masal uydurmakta buldum. Her gün bir Keloğlan masalı uydurur, o gün Önder’in yaptıkları, yanlış yaptıkları, yapmadıkları, söyledikleri her neyse onunla ilgili bir masal anlatır, ardından da konuyu öğretici bir derse bağlardım. Bir müddet sonra Önder’e söylemek istediklerimi o masalların içine yerleştirip söyler olmuştum.

Önder durumu fark etmiş olacak bir gün “bu sefer ben sana anlatayım” dedi ve benim yaptığım gibi doğaçlama anlatmaya başladı. Tabi masalın ana karakteri bu sefer Keloğlan’ın annesi... O gün Önder’in istediği halde benim yapmadığım bir dolu davranışı masala yerleştirmiş, yapmam gerekenlerin aslında neler olduğunu da bir güzel anlatıp ders veren cümlelerle masalı bağlamıştı. Hayret, gurur ve korkuyla oğlumu dinlemiştim. 3 yaşlarında falandı aslında... 


Masal zamanımız da geçti, öyle okul önlerinde kucaklaşmalar da... Ama değişmeyen tek şey eskiden olduğu gibi Önder'in beni şaşkına çevirecek bir şeyleri mutlaka buluyor olması...

Nereden nereye... Büyüyorlar... Hem de hızla... Benden size tavsiye; anı kaçırmayın! Çünkü geçen her saniye sizi, o andan  bir adım daha uzaklaştırıyor. Masalları da sığdırın o anlara... Ne denli keyifli anlatamam.

Bugünün ardından ben Funda Çamözü...
Çocuklarınıza bir dünya masal yaratın, göreceksiniz onların hayal güçleri sizi nasıl sollayacak!


Not: Hatta bu Keloğlan masalı ile ilgili belediye otobüsünde geçen bir anımız var, otobüstekiler Önder’in masalını can kulağa ile dinlerden ben utançtan yerin dibine girmiştim. Onu da bir ara yazacağım...

21 Mart 2012 Çarşamba

41 kere maşallah


Kadınlar birbirlerine yardım ediyor. Nasıl mı? Fite projesi ile... Dermalogica da Fite logolu her ürünü ile 1 dolarlık bir destek veriyor. Hatta güzel bir çalışma yapmış ve Fatma Nilgün Meral ile güç birliği yaparak Kırkbir Güçlü Kadın’ı kitaplaştırmış... Bu kadınlar hep bir ağızdan “Biz Şarap Gibiyiz”diyor. Kimler derseniz birçoğu kendilerine hayran olduğum güçlü kadınlar... Kimler ve neler demişler diye merak ediyorsanız...

Alev Evliyaoğlu
TV Programcısı / Estetik Direktör
“Fiziğimin sırrı hep merak edildi. Başkalarının sorunlarına duyarlı olmam ‘Sen gerçek olmayacak kadar iyi ve güzelsin, ne kadar samimisin’ şeklinde itiraz bile gördü. Oysa ben sadece davrandım; imkansız gibi görünse de başkalarının mutluluğu benim hayatımı çoğalttı.”

Aslı Kuseyiroğlu
İş Kadını
“Yaşamdaki olumsuzlukları tebessümle uğurlayabiliyorum artık...”

Ayfer Karamani
Seramik Sanatçısı
“Çamura duyduğum sevgi, beni içimdeki insan sevgisini daha da çoğaltmaya yöneltti.”

Berna Tokar
Cemiyet Hayatından Bir Yaşam Havarisi
“Güzel bir evlilik yaşadım. Bugün dostlarım, çocuklarım ve torunlarımla, edecek sözü olan, çok mutlu bir insanım.”

Başak Gürsoy
Manken / İş kadını
“Türkiye’de bir ilki başlattım. Mankenlik meslek olarak kabul gördü. Çok insan bu işten ekmek yedi. Bu iç huzur bana yeter...”

Canan Göknil
Tasarımcı
“Güçlü bir ailenin kızı olmama rağmen bugün geldiğim noktayı kırnaklarımla kazıdım...”

Donatella Piatti
Eğitmen / Gezgin / Yazar
Kimseyi, hiçbir şeyi terk etmemiş; sevdiğini yitirdiği bu ülkeyi bile...

Demet Şarlak Ozaner
M.Ü. Sağlık Bilimleri Fak. Öğr. Gör.
“Zorluklar insanı şarap gibi yapıyor. Ben bu hayatımdaki zorluklardan çok şey öğrendim...”

Elif Onat
Öğretim Görevlisi
“Hayat, geleni karşılama sanatıdır. Ben bunu öğrenmiş bir kadınım...”

Feryal Dere
Reklamcı-Yönetici / Gezi Yazarı / Futbol Yazarı
“Antideprasan yerine içimdeki aşkı korudum...”

Figen Batur
Tasarımcı / Köşe Yazarı / Gezgin
“Bütün işlerimi severek yapıyorum. Bu sevgi dış görünüşüme de yansıyor...”

Funda Sanlıman
Menajer
“Seçimleri bana ait olan hayatımın sınavı sanırım sabır. Tanıyanlar; ‘Sen şu hayatta bu sınavı geçtin’ diyor...”

Gönül Yazar
Sanatçı
“Dolu dolu yaşanmış bir ömür... Bol alkışla geçen yıllar... Ben mutlu bir kadınım...”

Gül Dürüst
Cemiyet Yaşamından Şık Bir Portre
“Sanıldığı kadar kolay bir hayatım olmadı ama hoşgörülü ve olumlu yaklaşımımla hayatta çok şey kazandım...”

Gülay Şenocak
O Hala Akademili / Ressam
“Aile kavramının önemine fazlasıyla inandım. Çok mutlu bir anne ve şanslı bir eşim.”

Gülben Gönülden
Tasarımcı
“Keşkelerle Yaşamıyorum...”

Handan Öztürk
Yönetmen / Yazar
“En etkili yaşam toniğim yaratıcılığım...”

Hadiye Güner
Tasarımcı
“MFÖ’nün hayat vokallerinden biriyim.”

Hayat Alemdar
Tasarım Ustası / Çılgın Kasap
“Yaşam enerjim gençlik yıllarımdan hiç farklı değil...”

Prof. Dr. İnci Yıldız
KAÇUV Başkanı
“Hasta bir çocuğun göz pınarlarındaki sevinç benim en güçlü yaşam kaynağım...”

Itır Esen
Oyuncu
“Teşekkürüm var hayata, hayatımdaki bütün insanlardan yana...”

Jale Sancak
Yazar
“Sadece kendi izimin peşinden gittim...”

Jale Yılmabaşar
Sanatçı
“Başarılı kadın yalnızdır ve bedel öder ama hele ki sanatçı iseniz bu bedele değer. Çünkü sanatınızın getirisini başka ne verebilir ki?”

Latife Tekin
Yazar
“Son sözü daima kalp aklım söylüyor...”

Leman Sam
Sanatçı
“Toprak anayım ben, suyla beslenen ve kocaman olan, çoğalan, kucaklayan...”

Lüset Bayer
Tasarımcı
“Gençlik yıllarıma göre çok daha hoşgörülü ve yumuşak bir kadın oldum...”

Meral Biçer
İş Kadını
“Sitem etmeyi bıraktım; ‘asla’ demeyi unuttum, pişmanlık duygusu yaşamıyorum...”

Merve İldeniz
Bir Doğa Havarisi
“Doğalım...”

Melike Külahçı
Plastik Cerrah
“Kendime önem verir, her konuda özen gösteririm.”

Nebahat Çehre
Oyuncu
“Yüzümdeki çizgileri seviyorum. Estetiğe karşı değilim ama birbirine benzeyen kadınlardan biri olmak istemem...”

Nermin Bezmen
Yazar / Cemiyet Hayatından Şık Bir Portre
“Sadece dilediğim durakta indim...”

Nilgün Belgün
Oyuncu
“Sevilen bir kadının ışığını hiçbir neşter veremez...”

Nilgün Ertuğ
İş Kadını
“Kötü üzümden iyi şarap olmaz dediğiniz gibi, bir kadının sırrı ise kendine yaptığı yatırıma eşittir...”

Selda Alkor
Oyucu
“Bol ödüllü hayatımda yaşlanmadım, yaş aldım...”

Sibel Kasapoğlu
Balerin / Koreograf
“Hayatımın odak noktası sanat...”

Sibel Savacı
Manken / İş Kadını (3es Ajans Sahibi)
“Bir kadının cebindeki farkındalıklar önemli diye düşünüyorum...”

Şule Akoğlu
Oyuncu
“Lezzet duraklarım var içinde kaybolup dans ettiğim. Hüznüm bile eğlendirebiliyor beni artık...”

Yasemin İnceoğlu
Galatasaray Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğr. Üyesi
“Ötekiyle empati kurarak yaşamak, hayat felsefem.”

Zeliha Berksoy
Oyuncu
“Hayatımda sanat hep oldu ve olacak...”

Zeliha Midilli
Gazeteci / Yazar
“Hayata karşı merakımı, hevesimi ve iştahımı hiç kaybetmedim...”

Zerrin Arbaş
Oyuncu
“Doğduğum gün tanıştığım ölüm bende tevekkül duygusunu geliştirdi; az şey mi?”

Son söz Fatma Nilgün Meral’in...
Bir kadına bir balık verin bir gün yer; bir kadına balık tutmayı öğretin bir ömür boyu ailesi ve arkadaşları ile birlikte yer... Ya bu kadın balık tutmayı biliyorsa ama olta alacak parası yoksa?

Bugünün ardından ben Funda Çamözü kadınların bol bol balık tutmasını diliyorum.

15 Mart 2012 Perşembe

Sinemada ergen var


“Anne yarın arkadaşlarla sinemaya gidebilir miyiz?”
“Nasıl yani, kim kim?”
“Ben, Ömer, Raşit ve birkaç kişi...”
“Yani kaç kişi?”
“Bilmiyorum, gelenlerle gideceğiz işte, kaç kişiyse kaç kişi bu o kadar önemli mi?”

Yok, aslında o kadar önemli değildi. Ama “Hayır, gidemezsin” demek için o an o dakika bir bahane yaratamadığımdan topu taça attım. Ya şimdi nereden çıktı bu sinema işi.

Oğlum sen daha kaç yaşındasın? Daha düne kadar tuvalete yalnız girmeye korkuyordun. Seni küvete sokup hamam tasıyla vura vura yıkayamayalı şunun şurasında ne kadar oldu? Kolunun altında dört tane tüy çıktı diye sana adam muamelesi mi yapmam lazım? Hiç hayatından tek başına ya da arkadaşlarınla otobüse bindin mi? Binmedin. İzin vermedim ki... Şimdi de izin vermeyeceğim tabi. Ama alıştıra alıştıra söylemek lazım. Öyle “hayır, gidemezsin’ demek çok paldır küldür olur, kalbini falan kırar.

“Peki, nereye gideceksiniz?”
“Astorya’ya”
“Hangi filme?”
“1453”
“Bunu düşüneceğim.”
“Anne arkadaşlarım yarın gidiyor. Sen ne kadar düşüneceksin?”
“Bilmem yarın sabaha kadar düşüneceğim.”
“Düşünme! Hemen ‘tamam’ de.”
“Bir şartla eğer iki kişiden fazla bir grup iseniz gidebilirsin.”
“Yaşşa”
“Nasıl yani çok musunuz?”
“Anne dedim ya kalabalığız.”
“Bi şey daha var”
“Anne ya izin verdin artık, ne yani bi şey daha bi şey daha... Ben seni biliyorum o bi şeylerin hiç bitmiyor”
“Tek bi şey, diyecektim. Kesinlikle cep telefonun yanında olsun ve açık olsun, seni aradığım zaman ne olursa olsun o telefonu duy ve aç.”
“Bu çok şey oldu ama olsun, tamam”

“Na’ptım ben ya? İki saniyede nakavt oldum. Hani izin vermeyecektim. Nasıl yani Önder’in sınıfındaki tüm anneler çocuklarının yalnız başına bir yerlere gitmelerine izin veriyorlar mı? Yani bunlar grup olarak da gitseler yalnız sayılırlar. Sonuçta yanında bir yetişkin olmayacak. Bunlar nasıl anneler? Ben nasıl anneyim, az önce 12 yaşındaki oğluma sinemaya yalnız gidebileceğini söyledim.

Beni bir karın ağrısı aldı. Şimdi bunlar okuldan çıkıp Astorya’ya yürüyerek gidecekler... Bütün gece düşünüp durdum. Önder’e de bir şey söyleyemiyorum.

ARABA FANTEZİLERİM
Ya yolda denyonun biri kırmızıda geçer de arabayı çocukların üzerine sürerse... Ya çocuklar lafa dalıp ışığa bakmadan karşıya geçerken araba ezerse... Ya bunlar sakin sakin kaldırımda yürürken freni patlayan bir otobüs kaldırıma çıkarsa... Allah’ım ben ne yaptım?

SAPIK FANTEZİLERİM
Ya yalnız başına Astorya’nın tuvaletine girerse de bir sapık ona şeyini gösterirse... Ya sinemada birileri çocukların sağını solun ellemeye kalkarsa... Ya otobüste giderken tacize uğrarlarsa... İnsanın aklına daha da kötü şeyler geliyor ama düşünmeye bile korkuyor. Allah’ım hepimizin çocuklarını koru. Tırstım valla.

TİNERCİ FANTEZİLERİM
Bir keresinde parkta yürürken komşunun 20 yaşındaki oğlunu para vermediği için bıçaklamaya çalışmışlardı. Neyse ki ceketi deriydi de ancak ceketi delebilmişti. Bir kere de tinercinin birir otobüse binmişti. Otobüste bağırıp çağırıp insanları tehdit etmişti. Otobüsün şoförü indirene kadar akla karayı seçmişti. Allah muhafaza ya Önder orada olsaydı ödü kopardı maazallah. Şimdi ya başına böyle bir şey gelirse.

OTOBÜS VE ISSIZ YOL FANTAZİLERİM
Ya otobüste bir hırsız elindeki telefonu görür ve Önder’i de dişine göre bulup onu izlerse... Önder otobüsten indikten sonra onu takip edip eve doğru yürürken üzerine atlarsa... Şimdi Önder’de telefonu vermemek için az mücadele eder. Diklenir falan da zorbaya... Adamı sinirlendirir alimallah. Önder meydan okudukça adam gaza gelir, cebindeki çakıyı çıkarır saplar bir tarafına...

Her yanımı ter bastı. İçimdeki kaygısız anne ile pimpirikli anne kapışmaya başladı. İkisi de birbirini suçluyor:

“Senin yüzünden çocuk tırsak büyüyor”
“Yok ya senin yüzünden çocuğun başına bir şey gelecek”

Öylece akşamı ettim ve baş ağrısı ile yatağa uzandım. Sabah nasıl oldu bilmiyorum. Evden çıkarken defalarca cep telefonunun açık olması ve mutlaka çalan her telefonun sesini duyup cevap vermesi konusunda tembihledim.

Okulun çıkış saati olan 15:30’a kadar her şey yolundaydı. Ofiste günlük aktivitelerimi yaptım, toplantılarıma girdim, iki lak lak ettim, yetişecek işlerimin hepsini tamamladım. Benim için öylesine sıradan bir gün anlayacağınız.

Beklenen saat gelip çattığında ise Pamuk Prenses’in maskesi düştü. Önder’in sinemaya gitmesine izin verdiğim için beni ufak ufak didiklediği halde yüz vermediğim pişmanlık duygusu tüm haşmetiyle saldırıya geçti: “Hadi ara onu, ara, bakalım ne yapıyormuş”

***

Tuşlara bastım ve Önder’in açmasını beklemeye başladım. Dııırrt, dııırrt, dııırrt, dııırrt. “Açmıyor işte, açmıyor, duymuyor, yoksa başına bir şey mi geldi. Ah, keşke izin vermeseydim”

“Efendim anne”
“Aaa Önder”
“Evet”
“Duydun telefonu”
“E duy dedin ya”

“Bir ohh çektim. İyi bir şey yoktu.”

“Evet, iyi iyi. Her çaldırdığımda telefonu aç olur mu?”
“Anne ikide bir telefon açıp durayım deme sakın. Zaten dedemi de hafiyelik yapsın diye göndermişsin.”
“Ne deden senle mi?”
“Şimdi değil, az önce gitmesini söyledim”
“Valla ben göndermedim. Gideceğinden haberim yoktu”
“Yaa sen onu külahıma anlat”
“Önder, valla haberim yoktu. Niye gelmiş ki?”
“Bana numara yapma anne. Şimdi kapatıyorum.”
“Tamam, tamam ama çaldırınca aç olur mu?”
“Anneee sık sık arama beni, karizmamı çiziyorsun”

Telefonu kapadım ve rahatladım. Aklım da dedede. Niye gitmiş bir sorayım diye onu da aradım.

“Baba nerdesin?”
“Hiç Cevahir’deyim.”
“Ne işin var Cevahir’de.”
“E bunlar toplanıp Cevahir’e gelmişler. Ben de okulun servisinden öğrendim.”
“Hani Astorya’ya gideceklerdi.”
“Son anda Önder’in fikri ile yeri değiştirmişler. Oraya geleceğimi düşünmüş.”
“E yanlış da düşünmemiş, niye gittin ki şimdi, seni ben gönderdim sanıyor”
“E kızım telefonun çalınca bak demedin mi ona”
“Eee dedim”
“Telefonunu evde unutmuş. Onu getirdim, çantasını da aldım.”
“Vay köfte... Bari oralarda dur da çıkışta birlikte dönün”
“Tamam ama istemedi beni o nedenle uzaktan takip edeceğim.”
“Ya takip etme istersen şimdi görür mörür iyice sarar ikimize de”
“Görünmemeye çalışacağım”
“Kaç kişiler peki”
“Beş... iki kız, üç erkek gelmişler”
“Aa kızlar da var. Peki nasıl dönecekler evlerine”
“Bilmem”
“Hepsinin anneleri izin verdiğine göre çocukların nasıl döneceğini de düşünmüşlerdir herhalde...”

Telefonu kapadım ve bende bir sorun olup olmadığını düşünmeye başladım. İnsanlar ne kadar rahat göndermişler çocukları. Benim burada totom 3,5 atıyor. Dedenin de iş üstünde olduğun öğrendiğimden içim rahat işe devam ettim.

***

Saat 19:00’a kadar her şey yolundaydı. Bunlar 16:00 gibi sinemaya girdilerse film, 18:00 gibi biterdi. Önder herhalde eve varmak üzere olmalıydı.

Aradım: “Aradığınız numaraya şu an ulaşılmıyor, sekreter servisine yönlendireceksiniz, yapacağınız görüşme sizin tarifeniz üzerinden ücretlendirilecektir.”

Nası yani? Hayır, telefonun her çaldığında açılıyor olması gerekirdi. Neyse dedeyi bi arayayım.

“Baba, Önder seninle birlikte mi?”
“Hayır, daha çıkmadılar”
“Nasıl olur? 15:30-16:00 gibi girdilerse şimdiye çıkmış olmaları gerekirdi.”
“Şimdi sen neredesin?”
“Cevahirin önünde.”
“Baba niye önünde bekliyorsun içeride bir yerlerde beklesene”
“Şimdi içeride beni görür dedim”
“Bence gir bi içeri sor bakalım matine bitmiş mi?”
“Şimdi kapıyı tutuyorum, ya ben içerideyken dışarı çıkarsa”
“Ben de bilemedim ama çok da merak ediyorum”
“Tamam bir bakıcam”

En az 20 kere arka arkaya Önder’in telefonundan aynı mesajı dinledim. Her seferinde panik biraz daha arttı. Bir pişmanlık bir pişmanlık nasıl izin verdim bu çocuğa.

Verdim veriştirdim kendime: “Allah seni nasıl yapıyorsa yapsın emi. Allah seni kızgın demirlerle dağlasın. Etlerini didik didik etsin. Dişlerini kerpetenle çeksin. Ağzını şöyle çuvaldızla diksin. Nasıl dedin de izin verdin. Bu çocuk daha küçük. Öyle tek başına bir yerlere gidecek yaşta değil. Hep senin yüzünden. Çocuk korkar olur diye korkuyorsun ama unutma korkağın anası ağlamazmış...”

Kayınpeder aradı.
“Merak etme bu film 3 saat falan sürüyormuş.”
“Ama telefonu cevap vermiyor”
“E sinema salonundaysa kapamıştır tabii”
“Ama ben ona kapama de... neyse boş ver”

Bir 20 kere daha aradım. Açan yok.

“Ya başına bir şey geldiyse... Adamın biri ağzını sıkıca tutup sürükleyerek götürdüyse... Ya yalnız başına tuvalete gitmeye kalktıysa... Aklına da gelmez ki bir arkadaşına birlikte gidelim demek... Ya sabır Allahım”

Saat 20:00’ye yaklaştı. Nihayet telefondan çalma sesi geliyor.

“Öndeeeeer nerdesin?”
“Anne sakin ol tuvaletteyim”
“Napiyorsun orda?”
“Yani bun açıklamak zorunda mıyım?”
“Tamam ama nerdesin?”
“Anne bu bir önceki soruydu sonrakine geç”
“Yani demek istediğim seni arıyorum arıyorum ulaşamıyorum”
“E ulaşamazsın tabii... insanlar sinemada telefonlarını kapatıyor kimseyi rahatsız etmemek için...”
“Bana bak, bilmiş bilmiş konuşma açık tut o telefonu... sinemadayken bile...”
“Anneee”
“Bitti mi bari film”
“Hayır, aradayız”
“Nasıl yani, ne arası bu, saat sekiz”
“Bu hayli uzun bir film ve biz dört buçuk seansına girdik, gezdik biraz öncesinde...”
“Hııı, daha var yani, peki nasıl döneceksiniz, bi taksiye bineriz sen merak etme”
“Bak deden Cevahirin önünde bekliyormuş, onu bul”
“Sizden de bu beklenir, dedeme söyle gitsin”
“Bu saatten sonra nasıl döneceksiniz”
“Döneriz biz...”



Ardından telefonu kapadı. Film bitip Önder eve gelene kadar böyle ben, Önder, kayınpeder telefon trafiği sürdü. Dede uzaktan takipte. Önder ve dört arkadaşı sinemadan çıkmışlar, gayet güzel iki kızı taksiye bindirmişler, çocuklardan biri de onlarla gitmiş. Bizimki ve evi bize yakın olan diğer arkadaşı ile birlikte otobüs durağına doğru yürümüşler. Keyifleri de sıhhatleri de yerindeymiş. İki yetişkin gibi duraklarında da inmişler. Dede arkalarından takip etmiş. Bir sorun yokmuş yani.

Bu günün ardından ben Funda Çamözü oğlumun artık bir çocuk değil bir yetişkin olduğuna karar verdim. Tabi beni yanıltmazsa...

14 Mart 2012 Çarşamba

İnönü Stadyumu-Barbaros Bulvarı arası bir saat (1)


Ne oluyorsa şu İnönü Stadyumu ile Barbaros Bulvarı arasındaki trafikte oluyor. Servisteyiz her akşamki gibi… 18.05’te kalkan servis, ortalama yarım saat 45’dakikada Taksim’de olmasına rağmen bizim eve gitmemiz genellikle (Ben mesela Beşiktaş-Yıldız’da oturuyorum) saat 19.30-20.00’yi buluyor.
Şoför arkadaş, ben ve birkaç kişi servisin müdavimleriyiz. Diğerleri arada bir görünüp kaybolan yüzler. Tabi ne oluyorsa bu bir saat diliminde oluyor.
Bazen türkü dinliyoruz, bazen Türk Sanat Müziği, bazen yanımız yöremizdeki insanları dinliyoruz, bazen sessizce kendimizi.
Kimi zaman önümüzde bir yığın farları yanan araçları seyrediyoruz, kimi zaman onların camlarını temizleyenleri. An geliyor boş boş bakıyoruz çevremize, bazen de bırakıyoruz kendimizi geçmişimize.
Çok canımız sıkılırsa da trafikten başlıyoruz söz bizi nereye alıp götürürse konuşmaya. Malum trafik sıkışık ve biz koca otobüsün içinde arkada uyuyan ya da bezgin bekleyen bir iki kişinin haricinde Özgür, şoför ve ben olmak üzere üç kişi olarak öndeyiz, beklemede. Aport’ta biraz da, yeşil yanar yanmaz kaç metre yol aldığımızın analizini yapmak üzere…
Aklımda kalan aynı tıkalı trafikte o bir saatlik zaman dilimindeki hallerimizden biri…
Konu: Kurban Bayramı
(Tam hatırlamıyorum ama konuşma önce ‘trafik’le başlamış, sonra ‘metropolün alt ve üstyapı sorunlarıyla birlikte köprüler ve viyadükler’e takılmış,  ardından ‘İstanbul’un her yanı deniz’le devam etmiş ve gelmiş Kurban Bayramı’nda durmuştu. Daha Hyatt Oteli’ni yeni geçmişiz. Yol uzun, yürek yorgun… )
Ben: Ya şu Kurban Bayramları’nda havadan bir resim çekiyorlar ya, İstanbul’un tüm kıyıları kızıla boyanmış oluyor. Bizi dışarıdan görenler “Ne vahşiler!” diyorlardır.
Şoför: Eee, insanlara öyle gelir, ne bilsinler Kurban Bayramı’nı.
Özgür: Nasıl yani, deniz kan mı oluyor?
Şoför: Ne yani hiç görmedin mi, o manzarayı? E haliyle her yerde bir anda kesiliyor ve kanalizasyonlara atılıyor bu kanlar.
Ben: Halbuki o kanları toplasalar boya sanayinde, gübre ve yem sanayinde kullanılabilir.
Şoför: Sen dua et, şimdi toplu olarak hijyen ortamlarda kesiliyorlar da, derisi gerisi hasar görmeden toplanıyor…
Ben: Evet, neydi o bir zamanlar sokak kenarlarında, kaldırım köşelerinde bile kesiliyordu.
Özgür: Yaa evet, çoluk çocuğun gözü önünde.
(Başlarız çocukluğumuzun Kurban Bayramlarını anlatmaya…)
Ben: Sen ne diyorsun, benim çocukluğumda hem de kurbanlar birkaç gün önceden alınırdı. Bahçedeki ağaçlardan birine bağlanır sesleri nasıl çıkıyor bakılırdı. Yok 3 numaranın koçu daha güzel “meee”liyor, 5 numaranın kurbanı bizimkisine tos vurdu, yok 2. kattakinin kuyruğu daha yağlı, yok benimkinin boyu uzun.
Özgür: Sahi mi ya, çok komik.
Ben: Dahası var… Daha kurban kesilmeden mangal kayılmaya başlanırdı. Ne o, dalak, yürek, böbrek, ciğer ne varsa yiyeceğiz. Daha hayvan canlı. Biz kömürü yelliyoruz. Birazdan hayvandan çıkan takım taklavatı yemek için bahçede barbekü düzeni hazır.
Özgür: Deme ya…
Ben: Üstelik hayvana isim takıp ‘arkadaşım arkadaşım’ diye son birkaç gün boynuna ipini bağlamış ev köpeği gibi gezdirmişim.
Şoför: Öyle bizim de bir hayvanımız vardı. Babam onu hiç satmazdı. Adı Gürbüz’dü.
Ben: Nasıl yani, niye satsın ki hayvanı kesmek için almamış mı ki?
Şoför: Yok… Babam beslerdi bu hayvanları, Kurban Bayramı’nda da satardı. Bir Gürbüz’ü satmamış tutmuştu. Çok büyük hayvandı çok. Dediğin gibi ev hayvanı olmuştu bizim. Sonra sattı ama…
Ben: E niye sattı ki?
Şoför: Yine böyle bir bayram babam tüm hayvanları satmıştı. Gürbüz’le yolda yürüyorduk. Adamın biri arabayla durdu. (Yanımızda duran bordo station wagon arabayı gösterdi.) İşte adamın şöyle bir steyşın arabası vardı. Babama “kaça verirsin bu koçu” dedi. Koç taaa babamın boyunda. Babam almayacağını düşünerek bir inek fiyatını söyledi. Adam tek kelimeyle “tamam” dedi ve babamın eline tıkır tıkır saydı parayı. Sonra babama “Nasıl götüreceğim bu hayvanı?” dedi. Babam beni göstererek “Çocuğa bahşiş verirsen seninle birlikte gelir ve gideceğin yere kadar bırakır.” dedi. Dedim ya hayvan köpek gibiydi, bizi takip ederdi. Adam “tamam” dedi. Attık arabaya götürdük gideceği yere. O boyuyla posuyla kimse zaptedemezdi Gürbüz’ü ama ben ne söylesem yapardı. “Gel Gürbüz dedim” peşim sıra geldi. Adamın istediği yere kadar götürdüm. Bir kat da merdiven çıkardık hayvana. Sonra da döndüm eve.
Özgür: İsme bak be Gürbüz…
Ben: Herhalde bu kadar büyüyeceğini bildiği için baban Gürbüz demiş.
Şoför: Zaten ya “Gürbüz” olurdu isimleri ya da “Yaşar”. İri doğanlara Gürbüz derdik, zayıf doğanların da yaşasınlar diye babam “Yaşar” koyardı adlarını.
Ben: Ne komik ama sürünün yarısını adı Yaşar, yarısını adı Gürbüz. Gürbüz deyince hepsi birden mi gelirdi Gürbüzlerin.
Şoför: Zaten yanından ayrılmazlardı ki babamın. Onu takip ederlerdi. Babam nereye giderse oraya… Babam da iyi bakardı onlara. Geceleri birlikte bile uyuduğumuz olurdu başlarına birşey gelecek endişesiyle…
Ben: Yaşar ha… Yaşarlar mıydı bari?
Özgür: Yaşayan da Yaşar’dı, yaşamayan da Yaşar’dı herhalde…
Şoför: Yok. Genelde yaşarlardı.
Bu esnada trafik biraz ilerlemiş oluyor ve kendimizi kırmızı ışıktan atıp Dolmabahçe’ye bırakıyoruz. Yine havanda su dövmüş, yine gitmiş gitmiş bir arpa yol kat edememiş, yine bedbaht, yine hazin. Bir de Gürbüz için üzülmüş.
(Aslında her gün ayrı bir konu ve olay ama baktım yazı çok uzayacak, diğer konuları yazmaya biraz erteledim. O nedenle yazının başlığını (1) diye verdim. Bu yazının 2’si de var bende, 3’ü de. Eminim 20’si, 30’u da olacak. İstanbul’da bu trafik, bende bu yazma isteği, serviste  İnönü Stadyumu-Barbaros Bulvarı arası bu kadro olduğu sürece… Haydi hayırlısı…)
Bu günün ardından… Ben Funda Çamözü…  Hemen hemen her gün gününün bir saatini İnönü Stadyumu-Barbaros Bulvarı arasında geçiren… bedbaht, kadersiz, garip…

28 Aralık 2010

Tuttum bu öğretmeni


Konuşurken yaptığı dudak mimikleriyle Julia Roberts tadında; uzun, gür saçları ve boynuna sardığı poşusuyla Dağlar Kızı Reyhan kıvamında çıtı pıtı bir kadındı. Öyle bir genç kız havası var ki halinde sınıfta nasıl bir otoriteyle çocukları susturup ders yaptığını merak etmeden edemedim. Tüm veliler Şair Nedim İlk Öğretim Okulu, 6C sınıfı sıralarında oturup gelen öğretmenlerin sınıf hakkındaki yorumlarını duymak için beklerken karşımıza çıkan bu küçücük kadınla birlikte kafamda notu kıt ve despot kelimeleriyle şekil bulan Türkçe Öğretmeninin imajı yerle bir olmuştu.
“Sayın Veliler” diye başlıyordu her cümlesine, “Okumaları için kitap öneriyorum çocuklarınıza. Sol Ayağım’ı okudular, Şeker Portakalı’nı, Beyaz Diş’i, sizlere de bu kitapları okumanızı öneririm. Gerçekten güzel kitaplar. Böylelikle çocuklara okuma alışkanlığı kazandırmaya çalışıyorum. Her okuduğu kitabın yazarları ile ilgili de üç beş cümle bilsinler istiyorum. Bir kitapla bir yazar tanımış olacaklar.” diyordu kitap okumayı sevdirmeye çalıştığı çocuklarla ilgili. Konuşurken zamanla dikkatinizin dağılması şöyle dursun, dikkatinizi daha da yoğunlaştırıyordunuz üzerinde.
Konuşmasının başka bir bölümünde “Bir şiir defteri aldırdım herkese, ‘ajanda da olur, eski bir defter de’ dedim. Yeter ki şiir okumayı, yazmayı öğrensinler. Şiirin büyülü dünyasını keşfetsinler. Her ezberledikleri şiirin şairlerini de öğreniyorlar böylelikle” diyordu. Aklıma Önder’in bana okuduğu iki şiir geldi. Biri Orhan Veli’nin Cımbızlı Şiir’i idi. Güle eğlene okumuştu. Diğeri Cahit Külebi’nin “Tereke”siydi ki vurgulu ve akıcı bir tonla okuması için şiirin üzerinde epey bir çalışmıştık. Sonra “Tereke”nin ne anlama geldiği üzerine biraz konuşmuştuk. Hele de
“Dostlara bıraktım türküleri,
Gözlerimi delikanlılara.
Hayallerim hepsine yeter,
Bolca dağıtılsın kızlara.”

Kıtasına bayılmıştık. Bol bol okumuştuk o bölümü.
“Sayın Veliler” hitabıyla başlayan konuşmasının bir başka bölümde bir tiyatro ödevinden bahsediyordu. “Çocuklara ödev verdim, bir oyuna gidecekler… Oyunda sahne nasıldı, kostümler nasıldı, seyirci nasıldı, anlatacaklar. Amacım tiyatroyu sevdirmek, yoksa kompozisyon bütünlüğü içinde oyunu anlattırmak değil. Ama çocuk oyunlarına götürmeyin. Çocuklarınız büyüyor. Yakında birer ergen olacaklar. Onların keyif alacağı oyunlar olsun götürecekleriniz.”
Türkçe Öğretmeni konuşurken Ölü Ozanlar Derneği’nin İngilizce Öğretmeni John Keating karakterini düşündüm ister istemez. Bir kez daha tuttum bu öğretmeni. Halbuki Türkçe dersiyle ilgili Önder’in ve sınıftaki diğer çocukların neden bu kadar düşük notlar aldığını soracaktım ona, ‘Bir terslik mi var?’ diyecektim. Demedim. Gerek yoktu. Ne yaptığını bilen bir öğretmendi. Ona güvendim. Hatta oğlumun Türkçe Öğretmeni olduğundan dolayı sevindim.
Sağ olsunlar diğer öğretmenler de Türkçe Öğretmeninden farklı değillerdi. Onlar da işlerini iyi yapıyorlardı. Halden anlıyorlardı. Çocuk-ebeveyn-öğretmen sacayağını biliyorlardı. Rahatladım. Ama “ille de Türkçe Öğretmeni” dedim toplantıdan çıkarken.
Bu günün ardından… Ben Funda Çamözü… Önder adına durumdan memnun. Rahatlamış…

22 Aralık 2010

O mahur beste çalar, Sevda’yla ben çalışırız


Sevda’yla ayaküstü yaptığımız konuşmaların yarısından çoğu böyle. Söz konusu derslerse beni anlayan yegane insan o. Ben de onu anlıyorum haliyle. Çünkü kaderimiz ortak. O mahur beste çaldıkça Sevda’yla ben ders çalışıyoruz.
Bir başka gün…
Ben:
Na’ber Sevda?
Sevda: İyilik Funda Abla, senden na’ber?
Ben: Hiç ya iyilik diyelim… İyi olduğumuz da yok ya.
Sevda: Hayrola, n’oldu?
Ben: Her zamanki gibi derslerimiz var. Countable’lar, uncountable’lar, kümeler, açılar, kuvvet ve hareketler, hepsi üst üste geldi. Bir de sınavlarımız var tabi. Sor bakalım bana ‘çalıştınız mı’ diye.
Sevda: Sorma, bizde de Atatürk’ün Hayatı var. Resimlerle 10 sayfa hayatını anlatmamız gerekiyor. Biz de ödevimiz diğerlerininkinden farklı olsun diye değişik resimler arayışındayız. Öyle her yerde görünen, bilinen resimlere değil de daha az bilinen resimlere bakıyoruz.
Ben: Yaa n’olacak bizim halimiz böyle. Ben de herkes gibi eve gidince Fatma Gül’ü izlemek istiyorum, Öyle Bir Geçer Zaman Ki’yi izlemek istiyorum.
Sevda: Ben sana söyleyeyim, bu çocukların okulu bitene kadar bize keyif yok.
Ben: Biz mi, okuyoruz onlar mı? Yemin ederim yeniden öğreniyorum her şeyi.
Sevda: Bilmez miyim?

Bugün…
Sevda’nın numarasını çeviriyorum. Yoğun ve hareketli bir gün onun için. Her zamanki gibi. Ciddi bir tonla telefonu açıyor.
Ben: Sevda, benim gibi’ye şu okullu hallerimiz yazıyorum da, şimdi neler yapıyorsunuz söylesene?
Sorumla birlikte kahkahayı patlatıyor.
Sevda: Funda Abla rezil edeceksin beni.
Ben: Söyle sen ya, bir şey olmaz.
Sevda: Dengeli beslenmeyi öğreniyoruz şu sıralar. Besin piramidinde ne nerede? Hangi besinlerden ne kadar yemeliyiz?
Ben: İyi iyi, bunu da yazayım bari.
Sevda: Çok kötüsün.

Üstelik bu durum sadece Sevda’yla da nüksetmiyor. Kayınpeder de işin içinde. Çoğu zaman eve girdiğimde kayınpederimi yeni bir konuyu öğrenirken Önder’i ise bilgisayarda oyun oynarken buluyorum. İkisine de hemen uyarı geliyor tabi.
Ben: Baba, sen çalış çalış, sınava sen gireceksin.
Kayınpeder: E kızım önce ben öğreniyorum, sonra ona öğretiyorum.
Ben: Bu böyle olmayacak ya, önce onun öğrenmesi sonra bize anlatması gerekmez mi?
Kayınpeder: E görüyorsun kızım, mal meydanda… (Bilgisayarda oynayan torununu işaret ediyor)

Başka bir gün…
Kayınpederim ve ben masanın başındayız. İkimizin önünde de ders kitapları.
Ben: Bak baba bu böyle olmayacak. Tüm dersleri benim göstermem bana çok ağır geliyor, hem vaktim de yok.
Kayınpeder: Kızım hepsini sen göster demiyorum ki. Türkçe, sosyal ve İngilizceyi sen göster. Matematik ve Fen’i ben gösteririm.
Ben: Türkçeyi de göstersen.
Kayınpeder: Okutmalı derslerde ben iyi değilim. O yüzden Türkçe ile Sosyal’i sana veriyorum. E, İngilizceyi de bilmediğimden öğretemem.
Ben: Hadi yine, bilmiyorum diye yırttın bir dersten.

Diğer günler…
Ben:
Baba şu soruyu anlamadım, öğretmene bir sorar mısın? Cevabı sana anlatsın.
Kayınpeder: Tamam
Öğretmene sorduktan sonra
Kayınpeder: Bak kızım cevap C imiş. Mantığı da şu….
Ben: Haa, ben de öyle düşünmüştüm zaten.

Yine işten eve dönüşüm. Kapıyı açıyorum. Baba bilmediği İngilizce’yle anlatıyor.
Kayınpeder: Hayır, o soru öyle değil. Annen anlatmıştı, Ay, Yu, Wi, Dey’de hav gat, havınt gat, Hi, Şi, İt’te hes gat, hesınt gat. Öyle yapacaksın bu soruları.
Önder: Dede, bak zaten He, She, It’de hes got yaptım.
Kayınpeder: (Hata bulmuş olmanın cesaretiyle) Bu ne peki, bu ne, bu ne?
Önder: Haa, burada yanlışlık olmuş.

Bu örnekler hiç bitmez. Yazdıkça arkası geliyor. Biz hep böyle ders çalışıyoruz. Sevda, ben, kayınpeder, bazen babamız. Ne zaman bitecek bu çilemiz bilmem. Tek bildiğim yeniden okuyoruz. Ama bu sefer karne yok. Biz diplomayı hayat okulundan alacağız.
Bu günün ardından… Ben Funda Çamözü… Bol bol dersi olan, ders çalışan. Sevda’yla ve eminim birçok anneyle aynı kaderi paylaşan.

14 Aralık 2010

Bir çocuğa yapamayacağınız şeylerin sözünü vermeyin


Önder’le bir pazarlık yaptık. Pazarlık şöyle: O dört dönem arka arkaya taktir alacak, ben ona köpek alacağım.
4 dönem üst üste taktir alırsa ona evde bakabilmesi için bir köpek alacağıma dair söz verdim amma ve lakin başladım taktir almasın diye dua etmeye.
Derslerine elini sürmek istemeyen çocukta bir hırs, bir istek, yok böyle bir şey. O ders çalışma isteğiyle çabalayadursun ben başladım “Önder, kendini yorma, taktire gerek yok, bana teşekkür de yeter” demeye. Allahtan çocuğun notları bu dönem taktir vaat etmiyor. Yırttım!
Diğer yandan köpek almak için geçmesi gereken 4 dönemlik süre Önder’e öylesin uzun geldi ki, çocuğun motivasyonu düşmeye ve ilk istek ve hırsını kaybetmeye başladı. Köpek istiyor istemesine ama bunun için bu kadar çok çaba ve süreyi acımasızca buluyor.
Bir hal çaresine bakayım dedim ve Damla’ya sevgili köpeği Elit’i sömestre’de bizde misafir edip edemeyeceğini sordum. “Olabilir tabi, neden olmasın gibi” beni kırmamak için ağzında birkaç kelime geveledi. Net bir yanıt almadığım halde Önder ile aşağıda geçen diyaloga engel olamadım.
Tabi her zamanki gibi o ders çalışmaya, bense ona ders çalıştırmaya çalışıyoruz. Önder üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi isteksiz, ağır, tembel, miskin. Dersten başka araya girip kaynatmak için her şeyi yapan çocuğun attığı vuruşları pasa çevirmeye çalışıyorum.
“Anne bir gün benim de bir köpeğim olacak mı?”
“İnşallah büyük, bahçeli bir evimiz olursa senin de bir köpeğin olacak. Şu soruyu doğru cevaplamışsın ama bak bu da ona benziyor burada hata yaptın
“Ooo, ohh o zaman hiç köpeğim olmayacak demektir”
“Bu kadar mı umutsuzsun bahçeli bir evimizin olacağı fikrinden? O soruyu tekrar oku, bence anlamadın
“Hayır, fikirden umutsuz değilim, sadece bunların olması için çok zaman gerek ve o vakit geldiğinde ben bir köpeği şimdiki kadar çok istemiyor olabilirim”
“Nasıl yani?”
“Vazgeçmiş olurum belki, ya da istediğim daha başka şeyler olur”

O an aklıma Aziz Nesin’in dizeleri geldi:
O denli o denli çok beklettin
Alıştırdın bekletmeye kendini
Çok zamanlar geçti de geldin
Senden çok seviyorum senin özlemeni…

Önder bu duyguları daha güzel ifade edemezdi ama her zamanki gibi söylediklerini anlamamış gibi davrandım. Oysa çocukken istediğim fotoğraf makinesi için ne hayaller kurduğumu dün gibi hatırlıyorum.
“İyi ya işte şimdiden vazgeçebilirsin. O şık yanlış, doğrusu D olacak
“Sen ne çok her şeyi saptırmayı seven bir kadınsın anne”
“Ne dedim ki şimdi! Cevap D olacak dedim

Sinirli ve bağırarak konuşmaya başladı:“Birincisi cevap D değil, senin de söylediğin gibi ‘Papaz her gün pilav yemez’ cevabım doğru istersen cevap anahtarına bak. İkincisi ileride bir köpeği bu kadar istemiyor olabileceğim fikri şimdi istememe engel olmuyor.”
Şu papazla ilgili söz: Önder’in attığı halde doğru cevabı verdiği soruların dışında, bazen atıp da doğruyu tutturamadığı sorulara “Attın ama tutmadı bak” dercesine yorum yaparken kullanırdım. Papaz benim durumuma konu olunca tuhafıma gitti bir an ve oğlumun kendini ifade etme şekline de, bir yetişkin gibi ciddi ve otoriter bakışlarına da hayran kaldım. Şaşkın ve çaresiz tek kelime edebildim.
“Pardon”
İkimizde bunun üzerine fazla konuşmadık. Önder sessiz ve isteksiz testini yapmaya devam ediyordu. Yeterince üzülmüştü, ümidini de kaybetmeye başlamıştı köpek konusunda, gözü bile yaşardı. Test kağıdının üzerine bir damla gözyaşı da düşünce suskunluğumu bozdum.
Diyalog şöyle gelişti:
“Önder bak bir arkadaşımla konuştum bize sömestre’de bizde kalması için köpeğini verecek.”
Çocuğun bir anda gözleri parladı. “Ya cinsi ne?”
“Galiba bulldog, şu sorunun cevabı A mı, B mi?”
“Sömestre ne kadar kaldı?” takvime doğru koşmaya başlayınca durdurdum.
“Daha iki ay var. Bak burada mantık hatası var, soruyu bir daha oku
“Yaa, iki ay, 60 gün demek, bütün sömestre kalacak değil mi?”
“Hayır canım, sadece bir gün. Hadi bakalım son üç soru.”

Tabi burada kendi kendime Damla’nın köpeği için onun adına verdiğim sözlerden dolayı suçluluk duygum da devreye giriyor.
“Yaa neden bir gün?”
“Ee, arkadaşım bir günlüğüne verebileceğini söyledi. Bence bu soruyu yanlış yaptın.”

Kuyruklu yalancıyım ama Damla vermese de bir şekilde sömestre’e kadar birkaç gün kalmak üzere bir köpek bulabileceğim kadar zamanım var diye düşünüyorum.
“Arkadaşına sorar mısın, birkaç gün fazla kalabilir mi bizde?”
“Sorarım… Hadi ama şu testi bitir”
“Soracak mısın?”
“Soracağım dedim ya”

Nihayet test bitti. Ben de bittim. Ve tutulması gereken bir söz verdim. Sömestre’da. Damla’nın hiç haberi yok olanlardan.
Bu günün ardından… Ben Funda Çamözü… Bir kez daha kendime ‘tutamayacağın sözler verme’ dedim. Bir şekilde sözümü tutacağım. Nasıl olacak bilmiyorum! Oğlumu mutlu etmek adına sarf ettiğim cümle beni “Günübirlik köpek aranıyor” ilanına kadar götürdü. Haydi hayırlısı!

8 Aralık 2010

Bıldır yenen hurmalar bir gün gelir tırmalar


Dengesiz, deli, paranoyak, risk almaktan kaçınan bir lider, gayri resmi bir ilişkisi var, mükemmeliyetçi, işkolik, müthiş, zayıf karakterli, botokslu, beceriksiz, sözünü tutmaz, tehlikeli, seksi, teflon… Bunların hepsi çeşitli bürokratlar tarafından dünya liderleri, yöneticileri, başkanları, politikacıları için söylenmiş sözler imiş. Wikileaks yayınlamış. Onun yalancısıyım.
Nerede, nasıl, ne zaman söylendi, kim söyledi, nasıl söyledi, niye söyledi? Çok da önemli mi? Adı üzerinde dedikodu. Burada şunu öğrendim ki, mevkiiniz, gücünüz kudretiniz ne olursa olsun, dedikodu yapıyorsanız yapıyorsunuzdur. Yapmıyorsanız da birileri sizin yaptığınızı iddia edebiliyor.
Dedikodunun mevkisi yok. Yeri yok. Zamanı yok. Sınırı yok.
Gerçekliği var mı? Belli değil.
İyi şeyler mi söylenen? Değil.
Faydalı mı? Eğlenmek istiyorsanız kısa bir süreliğine sizi eğlendirebilir, bu sizin için fayda ise.
Dedikodunun faturası çok ağırdır aslında. Ve birileri hakkında bir yerlerde sarf ettiğiniz sözler gün gelir başka bir yerlerde, bir şekilde karşınıza çıkar. Söylemiş misinizdir, söylememiş misinizdir, şaibeli! Aslı astarı var mıdır bilinmez ama ortaya karışık söylenmiştir bir kere. Ondan sonra da çık işin içinden çıkabilirsen.
Söyleyen, söyleten, dinleyen, söylenene konu olan, duyduğunu başkasına anlatan herkesin bir şekilde midesini bulandırır.
Dedikodu konusunda üçlü filtre testi gerçekten çok zamanlar işime yaramıştır. Gerçek, iyi ve faydalı süzgeci. Mümkünse bu üç süzgeçten geçirmeye çalışırım bir şekilde bana gelen bilgileri. Ve o nokta da gelen birçok bilgi anlamlarını kaybeder.
Bu günün ardından… Ben Funda Çamözü… Her zaman söylerim, hakkımda yapılan en iyi dedikodu kulağıma ulaşmayandır, diyorum ve okurlarıma aslı astarı olsun olmasın, dedikodulardan uzak günler diliyorum.
Üçlü filtrenin hikayesine gelince…
Bir gün biri Sokrates’e arkadaşıyla ilgili bir şey söylemek ister. Sokrates durdurur onu, ardından diyalog başlar:
“Öncelikle birazdan söyleyeceğin şeyin tam anlamıyla gerçek olduğuna emin misin?”
“Hayır, aslında duyduğum bir şey”
“Peki, söyleyeceklerin iyi bir şey mi?”
“Hayır, tersine..”
“Peki, işe yarar mı?”
“Hayır…”
“Eğer söyleyeceklerin iyi, doğru ve faydalı değilse neden bana söyleyeceksin?”

30 Kasım 2010